
Keşfetmek ne kadar keyiflidir değil mi? Yeni keyifler tatmak, yeni güzellikleri hissedebilmek, uçsuz bucaksız deryanın billurluğunu tekrar tekrar hissedebilmek ve rüyalar aleminde pırıltılı kanatlarla keyifle uçabilmek ve her seferinde farklı bir hoş pencereye konabilmek… Ne kadar çok keyif verir değil mi insana…
İşte ben de bu farklı keyiflerin kapılarını aralamak için aynı idealleri taşıyan bir grup arkadaşımla farklı bir yolculuğa çıkıyorum. İsterseniz siz de keşfedebilirsiniz güzellikleri bizimle beraber… Keyif alacağınızı ümit ediyorum.
Bir cumartesi sabahı… Güneş, tüm ışıltısı ve güler yüzüyle sizleri selamlıyor. Güneşin ışıltılı çehresini görünce siz de farklı bir hisle yolculuğunuza başlıyorsunuz…
Ve işte yolculuğumuz başladı…
Arkadaşlar yepyeni heyecanlara yelken açmanın sevinciyle çok neşeliler. Birbirine takılmaların ve kıkır kıkır gülüşmelerin ardı arkası kesilmiyor. Londra’nın kuzeyine doğru yol alıyoruz. Tabi herkes etrafındaki hiçbir ayrıntıyı, güzelliği kaçırmamak için dikkatle seyrediyor etrafını Ford minibüsün penceresinden. Tabi ortada oturanların kenardakilerin üzerine yüklenmesi gözlerimizden kaçmıyor. Ve ilk durağımıza geliyoruz: Bir benzinlik istasyonu. İngiltere’de herkes kendi pompasını kullandığı için bir arkadaşımız heyecanla alıyor eline pompayı başlıyor doldurmaya. İlk olur da bir şey; flaşlar patlamaz mı!Sahnedeki artist edasıyla pırıltılı gözlerle poz veriyor Yeditepeli arkadaşımız…
Ve ayrılıyoruz oradan ve tekrar dalıyoruz rüyalar alemine etrafımızı seyrederken. Hemen farklı mimari ve şirinlikteki bizleri selamlayan klasik İngiliz evleri dikkatimizi çekiyor. Nedendir bilinmez ama hemen hemen hepsi aynı tarz ve güzellikte. Bir an Türkiye’ye dönüyorum hayalimde ve gözümün önüne getiriyorum çatısız, sıvasız, yarım yamalak evleri ve fark edince üzülüyorum memleketimin adına. Sonra pürüzsüzlüğü ile yollar çekiyor dikkatimi ve biraz daha dikkatli bakınca trafik işaretlerinin nakış nakış yollara işlendiğini görüyorum.
Devam ediyor yolculuğumuz…
Hızla yol alan araba bir zaman tünelinde ilerliyor hissi veriyor insana… Sonsuzluğa giden bir kervanda yolcusunuz sanki… Yakalamaya çalışıyorsunuz gözlerinizin önünden hızla geçen her şeyi… Yakaladığınız birkaç şeyin dayanılmaz tadına varınca, bir an için arabadan inip yürümek ve yoruluncaya kadar koşmak istiyorsunuz. İçiniz kıpır kıpır oluyor. Hiç görmediğiniz kuşların, hiç tanımadığınız ağaçların sessizliğine doğru koşmak ve onların gizemli sırlarına vakıf olmak istiyorsunuz. Bir an için yüzünüzü okşayarak geçen meltemin bıraktığı hoş hissi tekrar tekrar hissetmek istiyorsunuz. Hemen sol tarafınızdan çok güzel bir göl olduğunu fark ediyor ve sizi tüm sıcaklığı ile sarmalayan güneşten bir an olsun sıyrılmak ve kendinizi tüm masumiyeti ile karşınızda duran gölün sularına bırakmak ve doyasıya yüzmek istiyorsunuz.Sizi, ürkek bakışlarla süzen mercanlara selam vermek, sevincinizi, mutluluğunuzu paylaşmak ve onların söylediği ilahi musikiye siz de eşlik etmek istiyorsunuz. Öyle kıpır kıpır oluyor ki yüreğiniz; kendinizi dünyanın en mutlu insanı olarak addediyorsunuz.
Kuş gibi hafifsiniz artık! Artık göldekilere hoşça kal deyip üzülerek aralarından ayrılmak ve şakırdayan kuşların yanına konmak istiyorsunuz. Onların bu çok uzak diyarlardaki eşsiz hikayelerini dinlemek istiyorsunuz günlerce… Bir müddet sonra ürpererek uyanıyorsunuz musiki ile daldığınız rüya aleminden… Oldukça değişmiş içerdeki hava musiki denemeleriyle, bizler rüyalar alemine dalalı…Bir müddet sonra hoş bir ahenkle icra edilen musiki mest ediyor bizleri.Artık yolculuğun değme keyfine…! Hiç kimse bu rüyadan uyanmak istemiyor. Hoş bir musiki, güzel bir manzara, mis gibi kır havası…
Yolculuğumuza hayli bir zaman oldu. Artık kahve vakti… Hemen sağlı sollu hoş bir şekilde kurulmuş dinlenme tesisleri giriyoruz. Tabi olur da dinlenme vakti, fotoğraf çekilmez mi hep beraber? İngilizlerin meraklı bakışları altında çekiliyor fotoğraflar çehrelerdeki hoş gülümsemelerle. Tesislerde farklılıkları keşfetmek adına hızlıca turluyoruz ve yudumluyoruz kahvelerimizi. Artık vakit; devam etme vaktidir…
İngiltere denilince akla ilk gelen; yağmur ve beraberinde yeşillik. Etrafınızda yeşilin tüm tonları görebilirsiniz… Yeşillik ki; önce gözlerinizi mest ediyor sonra kalbinize ferahlığı sicim sicim düşüyor… Ve nehirler… O kadar çok nehirle karşılaşıyoruz ki; şaşırmamak elde değil… Ağaçların krallığını ilan edercesine üzerine boynunu büktüğü, güneşin ışıltılarıyla yakamozlar yaparak suyla bir ahenk çizdiği, bir anlamda İngiltere’nin vazgeçilmezi haline gelen nehirler, yolculuk boyunca sonsuzluğa yolculuğun simgesi haline geliyor benliğimizde. Her ne kadar rengi çok bulanık olsa da dinginliği birçok kalbe huzur veriyor.
Biz bu kadar güzellikleri fark etmeye çalışırken tüm benliğimizle, artık dimağımız da bu büyülü manzaranın etkisini kaldıramayacağını ve istirahat vaktinin geldiğini hatırlatırcasını midemize yükleniyor tüm varlığı ile… Artık yemek vaktidir. Ve adını hep masterlı abimizden duyduğumuz ve merak ettiğimiz Leicester’da duraklıyoruz bir Türk restaurantında. Ne mi yiyeceğiz burada? Tabi ki İngilizlerin en meşhur yemeği ’’fish and chips’’yani balık ve patates kızartması.Ve bekliyoruz sabırsızlıkla hazırlanmasını arkadaşlarla muhabbet ederek …biz muhabbet ederken fark ediyoruz tüm lezizliği ile bizlere göz kırpan ahududuları ve başlıyoruz toplamaya ve ikram ediyoruz birbirimize.
Ve artık sofra hazır ve bizi bekliyor..
Fish and chips,salata,turşu,içecekler. Bir muhabbetle yiyoruz yemeğimizi. Tabi akademisyenlerin çok olduğu yerde muhabbetlerde bir farklı oluyor. Çok dikkatle kulak vermezseniz bir çok hayati meseleyi kaçırabilirsiniz. Muhabbet koyu ama yolcu yolunda gerek misali teşekkürle beraber vedalaşarak ayrılıyoruz oradan ve yol almaya başlıyoruz İngiltere’nin belki de en eski şehri ve Newyork’un evveli York şehrine doğru…
Ve işte york şehrindeyiz… Artık mikrofon rehberde… Tarihi york şehri ile ilgili çok güzel bilgiler alıyoruz. İngiltere’nin en eski yerleşim yeri olması… M.Ö yıllarda kurulmuş olması, çok farklı milletlerin istilasına her tarafı surlarla çevrili şehrin geçit vermemesi, kralın yüksek bir tepeden kurdurduğu saraydan tüm york şehrini hükmü altında tutması, hemen hemen hiç siyah nüfusun olmaması gibi bu şirin ve tarihi şehirle alakalı bilgiler bizleri biraz daha meraklandırıyor.
Artık keşif için hazırız…Haydi bakalım…!
İngiltere’de bir tarihi şehir olur da keşfe kapıyı bir nehirden başka kim açabilir ki…hoş bir köprünün üzerindeyiz.Tabi hemen eller flaşlara gidiyor.Hiç kimse şirin şirin gülümseyen bu manzarayı kaçırmak istemiyor.İnsanlarda çok nazikler bu arada..yardımcı oluyorlar hemen…
Artık ilerliyoruz şehrin merkezine doğru…Dikkatle takip ediyoruz sokakları…Her an yıkılacakmış gibi duran tarihi İngiliz evlerinin önünden geçiyoruz biraz hayranlık biraz tedirginlikle…Nehrin kenarındayız…suyun bulanık,grimsi rengine inat;kar beyaz kuğular hafif hafif dalgalar yaparak ilerliyorlar nehrin güneyine doğru… Keyifle eşlik ediyoruz onların suyla dansına. Çok hoş bir resim çiziyorlar bizleri mest edercesine nehrin yüzeyine..
Pek tabi kuzeydeseniz eğer,anlık hava değişimlerine hazır olmalısınız.Burada yarım saat içinde dört mevsimi yaşamanız içten bile değil. Güneşin pırıltılarıyla başladığımız gezimize sağanak yağış altında devam etmek durumunda kalıyoruz..koşuşturmalar var muhteşem bir ağacın altına doğru..sağanak yağışa rağmen çok fazla ıslanmıyoruz..kollarının altındaki bizler için midir bilinmez ama geçit vermiyor yağmura asırlık ağaç..müteşşekir hislerle ayrılıyoruz..
Yolculuğumuz nehir kenarından ilerleyip taş köprülerden geçerek şehrin merkezine doğru devam ediyor..caddelerde turist havasında ilerliyoruz..pek tabi insanların meraklı bakışları altında bir şehri keşfe çıkmak farklı bir tat bırakıyor insanda..pek çok insanın günlerce önünden geçtiği ve hiç dikkatini çekmediği birçok şeye merakla bakıyor ve bakmaktan daha ziyade görmeye çalışıyoruz ve dinliyoruz bize fısıldadıklarını…
Şimdi çok eski bir katedralin önündeyiz.her ne kadar içeri girmek istesek de ücretli olduğunu öğrenince vazgeçiyoruz..zaten kapısından görünen boğuk ve soğuk havayı fark edince bunun iyi bir fikir olduğunun da düşünmüyoruz. İngiltere‘de çok sık olmasa da çok büyük katedraller görebilirisiniz. Hepsini değil belki ama bir tanesini görmek de fayda var.
Hemen yolun karşısından çok hoş bir sokağa giriyoruz. Sağlı sollu garip şekillerdeki mimari yapılar şaşırtıyor bizi. Hemen sol tarafta oldukça gerçekçi görünen iskeleti fark ediyoruz ve flaşlar patlıyor…ve tabi sokağa yakışır şekilde çok uzun,örmeli,kıvırcık saçlı garip tipte bir adam da gözümüzden kaçmıyor.Pek tabi çaktırmadan hatıra almayı da unutmuyorum deklanşöre basarak. Tehlikeli bir iş yaptığımın farkındayım merak etmeyin. hemen ordan hızlı adımlarla uzaklaşıyorum.
Bir anda kendimi kralın tüm york şehrini hükmü altında tutmak için kullandığı etrafı yeşilliklerle çevrili bir tepenin üzerine kurulmuş sarayın önünde buluyorum. Biraz incelemeden sonra mancherster’e doğru yol almak için yola çıkıyoruz…
Yolda uçsuz bucaksız meralarda otlayan binlerce kuzuları ve hemen arkasında inekleri görüyoruz ve biraz ilerisinde de kurulmuş şirin ve muntazam dizilmiş İngiliz köylerini hayranlıkla seyrediyoruz. Sanki bir kompozisyon oluşuyor hayalimde ama bir şeyler eksikmiş gibi hissediyorum ve arıyorum eksik olan şeyi devam ederken yolculuk… Ve işte buldum: buğday tarlaları… Modernitenin getirdiği dev döver biçerlerin hemen hemen birkaç kişinin emeğiyle binlerce dönümlük tarlaların hasatını toplayıp samanını da çok güzel bir balya yaparak bıraktığını görünce köyüme dönüyorum bir an için. Çocukluğuma doğru yol alıyorum. Babamın birçok imeceyle yazın ortasında inanılmaz sıcağın altında canhıraş orak yaptığı gelince gözlerimin önüne, içime bir burukluk kaplıyor. Bakıyorum babamın yeşil yeşil gözlerinin içine ve ulvi bir hasleti icra etmenin bıraktığı pırıltıyı görünce içime ferahlık kaplıyor. Bir nebzede olsun rahatlıyorum.’’oğlum çalışmak dünyanın en değerli hasletidir’’diyerek salladığı orağın karşısına dikilemeyen buğdayların çıkardığı iniltiyi hissedince yüreğimde hem seviniyor hem de biraz üzülüyorum. Sonra’’oğlum bak meciler su istiyor koştur su ver ağanlara’’ sesiyle ürperiyorum ve hemen koşuyorum su almaya erik ağacının altındaki güğümden ve bir taraftan da okumanın benim için ne kadar önemli olduğu düşünüyorum ve az da olsa sitem ediyorum babama bu küçük yaşta beni niye bu kadar çalıştırıyor diye… Yıllar sonra anlıyorum babamı ‘’beni aklı kalmasın ve gitsin bu diyarlardan çekmesin bu sıkıntıları’’ diye çalıştırdığını ve yüreğine taş basarak söylediğini bu sözleri. Ve hayranlıkla seyrediyorum ve biraz daha özlüyorum bu uzak diyarlardan babamı.
Artık yolculuğumuzu sonuna doğru yaklaşmaya başladık..
Son olarak manchester’a giriyoruz Pazar sabahı ve çok kalmadan selam verip geçiyoruz..tabi meşhur stadyuma uğramayı da unutmuyoruz.
Artık dönüş yolundayız…
Hiç unutamayacağımız heyecanları tatmanın sevinciyle yol alıyoruz Londra’ya doğru… Birkaç göl kenarının yanında durup hem fotoğraf çektiriyor hem de manzaranın keyfini çıkartıyoruz.
Artık Londra’dayız Pazar akşamı… Tatlı bir yorgunlukla ve tekrar keşfetme duygusunun verdiği sabırsızlıkla rüyalar alemine dalıyoruz…
Bir yanıt yazın