
Her mevsimin güzelliği başkadır ve her bireri başka başka anlamlara bürünür yüreklerde. Yeni bir doğan bebeğin güzelliğini andıran ilk bahar, bereketin sembolu olan yaz, hüzünlü mısraların ilham kaynağı olan sonbahar ve bembeyaz bir gelinliğin zerafetini ve safiyetini anımsatan kış…
Bunlar herbireri benim için de çok farklı anlamlar ifade eder ama kışın yeri yani beyazın yeri başkadır bende. İnanılmaz bir ‘Ben’ bulurum beyazın saflığında…Beyazlar içince kaybolvermek ve farklı dünyalara dalıvermek isterim her daim. Onun içindir benim karla aşkım bambaşkadır.
İşte bu kar aşkının karşı konulamaz çekiciliği midir bilinmez ama; bir grup arkadaşımla krallığın kuzeyine yapılacak yolculuğa ‘hayır’ diyemedim. Hem nasıl hayır diyebilirim ki; gelinlik giymiş dağların, tepelerin buz tutmuş göllerle buluşup tek bir renkte kaybolduğu bir doğa varken ufuktaki yolculukta, nasıl ‘Hayır’ demem beklenir ki…
İşte bu keyifli hayallerle başladık kuzeye doğru yolculuğumuza…
Ben bu hissiyatla başlarken bir yolculuğa, diğer arkadaşlarımı da gözlerindeki sevinç ve heyacan pırıltıları onları, çoktan hayaller alemine alıp götürmüştü…Belki de birçoğu, benim ilk Londra dışı seyahatlerime başladığım zamanlarımdaki heyacanımı, onlar da yürekleri kıpır kıpır ederek hissediyorlardı şimdilerde…
İlk durağımız, benim önceleri birkaç defa gittiğim ve her seferin de farklı bir tatlar bulduğum Roman hamamlarıyla ünlü tarihi Bath şehri… Daha önceki gezmelerim, tarih kalıntılarının güneşle kucaklaşıp cıvıl cıvıl insanların arasında kaybolduğu zamanlarındaydı… Ben de bu tarihin bize hediyesi hoş ve zarif sokakları adımlamıştım kadim dostum ve can kardeşim Yunus’la… Her bir adımımda farklı bir keyif almıştım. Ordan ayrılırken de buruk bir tat bırakmıştı zihnimde Bath şehri. O zamanlar tekrar söz vermiştim buraya geleceğime dair. Hem bu hoş sözleşmeyi icra etmek; hem de arkadaşlarımın kanaatimce Dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Bath şehrini görmelerine sağlamak için bu muhteşem şehri gezi planın en başına koymuştum.
Sıcacık güneşin çok uzağında hafif hafif yağan kar tanelerinin eşliğinde şehre giriyoruz bu sefer. Bath, çok yüksek olmayan bir tepenin eteklerini kurulmuş tarih kokan bir şehir.Bu yönüyle memleketim Bursa’yı hatırlatıyor bana.Tarih ve yeşil ancak bu kadar güzel bir mozaik oluşturur.
Birbirine bitişik,sıra sıra Britanya’ya has iki katlı evlerin selamlamasıyla şehrin merkezine doğru yol alıyoruz. İlginçtir hemen hemen, tüm Britanya genelinde yüksek katlı evlere, binalara rastlamak olanaksız. Londranın merkezindeki birkaç iş merkezi bunun dışında kalıyor sadece. Şöyle kendi halinde ufak bir bahçesi ,hoş bir mimarisi olan ve hep bir ustanın elinden şekil almış izlenimi veren bu ev tipleri, hakim tüm krallık genelinde.
Şehrin merkezindeyiz şimdi. Türkiyedeki her köy camii misali burda da, bizi büyük bir katedral karşılıyor.(Merak etmeyin katedrallerin büyük olduğunu biliyorum zaten bunlar hakkikaten çok büyük :))
Avrupalılar bu zamanlarda düğün ve cenazelerin dışında kiliseyle pek işleri olmuyor. Ama önceleri oldukça içli dışlılarmış anlaşılan. Nereden mi biliyorum? Ufacık ufacık evlerin yanına dev katedralleri tam şehrin göbeğine yerleştirmelerinden. Aslında bakıldığında korkunç bir ihtişamlığı var. İlk gördüğünüzde içinizin ürpermemesi olanaksız sanki.
Önceleri merakımdan girmiştim farklı türlerine.İnanılmaz basık ve iç karartıcı havası bana sanki bir zamanlar bu korkunç görünümlü binaların insanları etki altına alınmak için inşa edildiği izlenimini oluşturmuş. Belki yanılıyorumdur ama az çok tarihe yakın olan birisi için,bunları aklına getirmemesi imkansız oluveriyor.
Gezimiz devam ediyor…
Bir yanıt yazın